Cumhuriyet, millet egemenliği ve kanun hâkimiyeti esasına dayanan, oluşturulan siyasi yapının başına irsen, yani bir aileye mensubiyeti dolayısıyla başa getirilen değil, milletin seçimiyle başkan belirleyen bir idare şeklidir. Türk milletinin uzun tarihi boyunca devlet olarak tanımlanabilecek iki yüzün üzerinde siyasi yapıya hayat verdiğini biliyoruz. Tarihinin büyük bölümünde kurucu ve yönetici ailelerin adıyla devletler kuran Türk milletinin kendi iradesini esas alıp, anayasaya koyarak teşkil ettiği ilk devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzüncü yıla erişmesi ise son derece önemli ve manalı bir başarı. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan tarihsel süreçte de birçok önemli gelişme yaşandı ve bu geçiş kolay olmadı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Cezmi Eraslan’ın anlatımıyla Türkiye Cumhuriyet’ine giden yolun köşe taşları…
Prof. Dr. Cezmi Eraslan
1911 yılından itibaren Trablusgarp (1911-1912), Balkan (1912-1913), Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) gibi askeri, ekonomik, siyasi ve bağlı unsurlar arasında büyük endişe uyandıran savaşlar yaşayan Osmanlı Devleti, bütün çabalarına karşın yenilmiş ve müttefikleri gibi ateşkes imzalamak zorunda kaldı.
Mütareke, devletin yenilgiyi kabul etmesine karşın Türk milletinin bağımsız yaşama azmini doğrudan ortaya koyan bir sürecin başlangıcıdır. Kars’tan Edirne’ye, Trabzon’dan Adana’ya, Balıkesir’e, İzmir’e kadar her yerde Türk milleti bölgesel mahiyette özgürlük ateşlerini yakmaya başladı. “Yerel Kongre İktidarları” dönemi olarak adlandırılmayı hak edecek sayıda ve seviyede kongreler düzenleyerek idari, askeri ve mali konularda aktif teşkilatlar oluşturuldu.
Uzun savaşlardan sonra yorgun bir şekilde Osmanlı Hükümeti’nin faaliyetlerinin sonucunu beklemeye hazır olan Türk milleti, 15 Mayıs’ta İzmir’e Yunan askerinin çıkarılmasını ve tıynetlerinin gereği yaptıkları ve sonrasında yapacakları insanlık dışı zulümleri kabullenemeyeceği için milli kuvvetler oluşturarak canını, ırzını, malını ve ülkesini korumak adına silaha sarılmakta tereddüt göstermedi.
İşgalin duyulmasından altı saat sonra Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi Efendi’nin “cihad” ilan etmesi din âlimlerinin de merkezi hükümetin görevini yapamayacak hale geldiğini ve iradeyi ele almak zamanı olduğunu kabul ettiklerini, mücadelede halka önderlik etmeye başladıklarının göstergesidir.
Mütareke şartlarını dikkate almadan Osmanlı ülkesini başkenti dâhil her yönden işgal etmeye başlayan galip kuvvetlerin karşılaştıkları milli reaksiyonlara karşı mütarekenin 24. maddesini işleterek işgali genelleştirmek tehditleri karşısında Osmanlı Genelkurmayı’nın insiyatifiyle üç adet askeri müfettişlik oluşturuldu.
Birinci Dünya Savaşı’nda yenilmediğimiz tek cephe olan Çanakkale’nin Arıburnu ve Anafartalar kahramanı olan Mustafa Kemal Paşa, 9. Ordu Kıtaat-ı Müfettişi olarak görevlendirildiği Samsun’a bu tarihte çıktı. Yenilgiyi kabullenen siyasilere mukabil direnmeye azimli milletle birlikte mücadele fikrine sahip asker kadro bu tarihte liderini buldu.
Mustafa Kemal Paşa, işgalci subaylar ve Samsun halkıyla yaptığı temaslar sonucunda sadaret makamına çektiği telgraf ile “milletin hâkimiyet-i milliye düşüncesiyle yekvücut mücadeleye hazır olduğunu” bildirdi. Yetki alanı içindeki askeri ve mülki erkâna gönderdiği emirlerle teslim olunmayacağı ve mücadele edileceğini duyurdu. Mütarekeyi takip eden günlerden itibaren yapılan kongreler, asker kadroya mücadelenin meşruiyeti bakımından dayanak oluşturdu.
Türk Millî Mücadelesin’in işaret fişeği burada atıldı. İstanbul’daki Osmanlı Hükümeti’nin görevini yapamamasının Türk milletini ölmüş gibi gösterdiği, işgalcileri cesaretlendirdiği tespiti yapılmış, milletin bağımsızlığını yine milletin azim ve kararının kurtaracağına işaretle millî iradeyi hâkim, millî kuvvetleri etkin kılma tek ve emin yol olarak gösterildi. Sivas Kongresi’nin çağrısı yapıldı.
İngiliz işgal yetkililerinin baskısıyla hükümetin görevden aldığı Mustafa Kemal Paşa, Padişah ile yaptığı telgraf yazışmalarında mücadeleden vazgeçmek, İstanbul’a dönmek tekliflerini kabul etmeyince müfettişlikten azledildi. Kendisi de askerlik mesleğinden istifa ederek bir millet ferdi olarak milletin mücadelesine dâhil oldu.
Galip devletlerin Doğu Anadolu’da bir Ermeni devleti kurma tasavvurlarına karşı teşkilatlanan Erzurum ve Trabzon Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyetleri, mücadele sürecinin en etkili kongresini tertip ettiler. Mustafa Kemal Paşa ve Rauf Orbay’ın katılımlarıyla etkisi artan, neticeleri umumileşen kongre, milletin iradesinin hâkim ve kuvvetlerinin etkin olmasını, vatanın bir ve bölünmez bütünlüğünü dünyaya ilan etti. Oluşturduğu Temsil Heyeti ise Büyük Millet Meclisi’nin açılışına kadar icra işlevi yaptı.
Anadolu ve Trakya’daki bütün milli cemiyetleri bir araya toplayan kongre, Erzurum kararlarını kabul ve ülke geneline yaydı, Temsil Heyeti’ni büyüttü. Kongre sonrası ordu komutanlarını toplayarak stratejik durum değerlendirmesi yapan Mustafa Kemal Paşa, İtilaf Devletleri’nin durumlarını ve yapabileceklerini ortaya koyarak Türk milletinin bunları aşabileceğine olan inancını paylaştı ve umumileştirdi.
Erzurum ve Sivas Kongrelerinin sonunda İstanbul’daki hükümet Temsil Heyeti’ni muhatap almak durumunda kaldı. Yapılan görüşmelerde Meclis-i Mebusan’ın açılması ve barış sürecinde milletin temsilcilerinin kararına bağlanması kabul edildi. Bundan sonra girişim önceliği İstanbul’dan Ankara’ya, yani Anadolu’ya geçti.
Son Osmanlı Mebusan Meclisi için seçimler yapıldı. Mebuslar ile yüz yüze görüşmeler yaparak onları asgari barış şartları konusunda yönlendirmek için Anadolu’nun merkezinde, ulaşım vasıtalarının olduğu bir tarihi merkez olarak Ankara seçildi ve Heyet-i Temsiliye Ankara’ya geldi. Meclis burada açılacak, Memleket ve İstiklal Harbi burada, Meclis’ten yönetilecekti.
Kongreler sürecinin ve Heyet-i Temsiliye’nin ısrarlarıyla milletin, temsilcileri vasıtasıyla mukadderatına ortak edilmesi mümkün oldu. İşgal altındaki ülkenin temsilcileri adil ve kalıcı bir barışın esaslarını belirleyerek dünyaya ilan etti.
Klasik Osmanlı devlet anlayışından çıkıp, dönemin uluslararası politikasının -Wilson Prensipleri’nden hareketle- hâkim kavramı olan self-determinasyona (kendi kaderini tâyin hakkı) uygun şekilde milletlerin kendi kaderlerini belirleme hakkını tanıyan belge 28 Ocak 1920’de Misâk-ı Millî adıyla Meclis’te kabul edildi, 17 Şubat 1920’de ilan edildi. Bu adım, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin mücadelesinde yol haritasını oluşturdu.
Mondros Mütarekesi’ni takip eden günlerde 13 Kasım’da fiilen işgal altına alınan İstanbul, üç işgal bölgesine ayrılarak galiplerin yönetimi altına girdi. Osmanlı Hükümeti’ni yok sayan bu idare, Misak-ı Milli’nin ilanından sonra artık son darbeyi vurma kararıyla devletin en önemli hâkimiyet alameti olan Meclisi’ni bastı, milletvekillerinin bir kısmını tutuklayıp Malta’ya sürdü. İki gün sonra faaliyetini durduran Meclis, 11 Nisan 1920’de Padişah/Halife tarafından feshedildi. Bu aşamadan sonra Osmanlı Devleti, aslında resmen ve fiilen tarihe intikal etti.
Millet, iradesini eline aldı, ülkesini işgalden ve kendisini yöneten devlet başkanı halife/padişahı esaretten kurtarmak amacıyla teşkilatlandı. Milli irade hâkim, milli kuvvetler etkin kılındı. Milli hâkimiyetler asrında Türk İstiklal Harbi’ni yaparak bağımsızlığı kurtaracak olan Meclis, yeni devletin hem temellerini hem de sembollerini belirledi.
Meclis, kongreler döneminden beri mücadelesini verdiği millet egemenliğini temel ilke olarak alan anayasayı kabul etti. Bin yıllık hanedan idarelerinden sonra millet iradesine dayalı bir millet idaresi teşekkül etti. Meclis, bütünüyle bir icra organı olarak milleti ilgilendiren her hususu karara bağladı. Bu yönüyle doğrudan demokrasi uygulamasının yirminci asırdaki tek örneğidir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi, 12 Mart 1921’de milletin duygularına en iyi tercüman olan büyük şairinin kaleminden İstiklal Marşı’nı kabul etti. Devlet simgesi olan anayasadan sonra millî marşın kabul edilmesi gidilen millî devlet istikametini de gözü olan herkese gösterdi. TBMM ordularının kaybettiği Kütahya-Altıntaş Muharebeleri sırasında Meclis başkanı ve Batı Cephesi komutanının da katılımıyla düzenlediği Maarif Kongresi ise yeni dönemin eğitim esaslarını belirlemesi gidişin kararlılığının işaretidir.
Osmanlı klasik döneminden sonra adım adım Avrupa’nın ortalarından Çatalca’ya kadar çekilen Türk milletinin adeta kader gibi görülen bu süreci sonlandırması son derece önemlidir. Sakarya ile son kaleyi muhafaza için her şeyini ortaya koyan Türk milleti, düşman cephesini parçalayan diplomatik adımlar ve anlaşmalar ile adım adım barışa gidiş gerçekleştirdi.
Dönemin büyük devletlerinin Anadolu’ya sürdüğü piyon olan Yunan ordusu, arkasındaki silah, para ve diplomatik desteklere karşın vatanın harim-i ismetinde (vatanın temiz bağrında) boğuldu. Türkiye Büyük Millet Meclisi ve hükümetin bütün barış girişimlerine karşın savaş isteyerek maddi ve manevi yıkım peşinde olan İngiltere ve ortakları da yenildi. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kuruluş hedeflerinden birincisi olan vatanın düşman işgalinden kurtarılması bu büyük zaferle mümkün oldu. Bundan sonra diplomasi alanında yeni bir mücadele başladı.
Lozan Barış Konferansı için artık hiçbir işlevi kalmamış olan İstanbul Hükümeti’ni de davet eden İngiltere ve ortakları, Türk tarafını birbirine düşürmek isteğinden vazgeçmediklerini gösterdi. Bunun üzerine TBMM, kuruluş bildirgesinde yer aldığı üzere Halife /Padişahın alacağı pozisyonu belirlemek durumunda kaldı. İstiklal Harbi’nin Başkumandanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün deyimiyle “Nusus-ı Kur’aniye kadar mühim” olan karar alındı. Hilafet, saltanattan ayrıldı ve saltanat kaldırıldı. Millet iradesinin iktidarı, üzerinde tartışma kabul etmeyecek kadar kesin bir gerçek olarak belirlendi.
Mustafa Kemal Atatürk’ün bütün Meclis konuşmalarında altını ısrarla çizdiği “iradeyi ve idareyi millete vermek” ideali gerçek oldu. 23 Nisan 1920’den itibaren her kararın alındığı yer olan Türkiye Büyük Millet Meclisi, Türk milleti için hem meşru hem çağdaş hem de köklü bir geleneğin simgesi oldu. “Hâkimiyet, bilâ kayd ü şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir. Türkiye Devleti’nin şeklî hükümeti Cumhuriyet’tir” ilkesi burada hayat buldu.
Dört bin yıllık belgelenebilen tarihe sahip Türk milletinin kadim devlet geleneğindeki en önemli dönüm noktası Türkiye Cumhuriyeti’dir. Altı yüz yıllık en uzun ömürlü devletin; bir dünya devleti olan Osmanlı’nın yenilgiyi ve yıkımı kabul ettiği noktada yeni bir devir başlamıştır. Millet devri, mevcut devlet şeklinin yıkılmasına karşın millete inanan kadroların, başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere verdiği mücadelelerle inşa edilmiştir. Millet aynı millettir, devletin kadroları; düşman geldiğinde iş birliği yapmış olanlar dışında aynıdır. Ancak hâkimiyet anlayışı değişmiştir. Millet kaderini tek bir aileye, şahsa bırakmak yerine temsilcileri eliyle doğrudan kontrol etmek noktasına gelmiştir.
Devletine ve rejimine karşı olanlar ortaya çıktığında canını ortaya koyarak müdafaa edeceğini “dahili ve harici bedhahlarına” göstermiştir. Yeni dönemin temeline koyulan ilim ve akıl harcını karmaya devam ettiği sürece Türk Milleti’nin “ilini ve töresini” kimse yıkamayacaktır. Türk milleti daim, Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar olacaktır.