Büyük tartışmaların gölgesinde camiye dönüştürülen Ayasofya Müzesi üzerine tartışmalar hala devam ediyor.
En son “Ayasofya çorap koktu” tartışmaları ile tekrar gündeme gelen konuyu Karar yazarı Şule Demirtaş, dün “Ayasofya nasıl çorap koktu?” başlığıyla değerlendirdi.
Şule Demirtaş’ın yazısı şöyle:
“Unesco’nun web sitesinde ‘Dünya mirası nedir’ sorusunun altında şöyle bir cevap yazıyor; ‘Dünya Mirası, dünya üzerinde, insanlık için olağanüstü evrensel değere sahip olan ve bu nedenle gelecek nesillerin takdir etmesi, yararlanması adına korunması amacıyla Dünya Mirası Listesine yazılan yerlerin tanımıdır. Dünya Mirası Alanları, UNESCO tarafından kültürel, tarihi, bilimsel veya diğer önem biçimlerine sahip oldukları için belirlenir.’
Bu tanım evrensel bir tanım, yerel bir tanım değil. Tanımda da en dikkat çekici yer ‘gelecek nesillerin takdir etmesi’ cümlesi. Çünkü bizi tam olarak ilgilendiren kısım burasıdır.
2020 senesinde Fethin sembolü olan ve geçmiş zamanlarında müze olarak halkın ziyaretine açılmış olan Ayasofya Müzesi camii haline getirildi ve ismi Ayasofya-ı Kebir Camii oldu. Müslüman kesimi oldukça heyecanlandıran bu edim aslında tribüne yapılmış ve vakti beklenmiş büyük bir şovdu. Beklediği etkiyi de elbette gösterdi. Zira geçen on yılların sonucunda gardın en düşük olduğu zamanlarda müjdecisini bekleyenlere yapılmış bir göz kırpmaydı. ‘Şov değil’ diyenler çok değil 1 yıl öncesindeki şu cümleleri hatırlayabilirler; ‘Bu işin bir siyasi boyutu var, yanı var. Yan tarafta Sultanahmet’i doldurmayacaksın, ‘Ayasofya’yı dolduralım’ diyeceksin. Büyük Çamlıca Camii’ni yaptık, 4-5 tane Ayasofya eder. Bu oyunlara gelmeyelim.’ Bu oyunlara gelmeyelim demekten maksat neydi bilmiyorum fakat eserin her anlamda dünya mirası olduğuna bir atıf vardı en çok da ibadete açılmasının dindarlığa, dindarlık algısına herhangi bir katkı sunmayacağıydı. Gel gör ki…
Herkesin bildiği üzere Ayasofya kökeninde camii olarak yapılmış bir mabet değildir. UNESCO’nun Dünya Mirası Listesi’nde yer alan İstanbul’un Tarihi eserlerinin en önemli parçasıdır. Ayasofya mimari bir şaheserdir, dünyanın insan eliyle yapılmış en güzel şaheseridir ve Avrupa ile Asya arasında yüzyıllar boyunca süren etkileşimin eşsiz bir kanıtıdır. Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethiyle ve kendisine hem eskiyi koruyarak hem yeni dinin sembollerini ekleyerek yaptığı değişikliklerle muadili olmayan bir letafettir.
AYASOFYA GERÇEKTEN KUTSAL MIDIR?
Öncelikle Kur’an’a göre kutsal olan iki mekân vardır. Birisi En’am 92’de bahsedilen ve şehirlerin anası olarak tasvir edilen Mekke şehri, diğeri de ‘Yeryüzünde insanlar için yapılan ilk mabet, bütün insanlık için bir bereket kaynağı, bir hidâyet rehberi ve bir yönelme merkezi olan Mekke’deki Kâbe’dir.’ Ayetinde de bahsi geçen kutsal mekân Kabe’dir. Yani Ayasofya’ya bunların dışında ve ancak diğer bir mescit kadar kutsal olabilir.
KONU YAPININ KORUNMASI, GEÇMİŞLE HESAPLAŞMA DEĞİL.
Ayasofya’ya bunların dışında bir anlam yüklenmiş olması tabii mazisi olan bir konu. Fakat atlanan husus şu ki bu yüklenen anlamın derin izlerinin peşinden giderken anne babası hamasetle uğraşırken zarar gören çocuk misali zarar gören bir mabet var ortada.
Ayasofya’nın dünya üzerinde benzeri ve eşi yok fakat alternatifi dahi olamayacak başka bir eserin gördüğü muameleyi, kendisine gösterilen ihtimamı anlatmak isterim. İtalya Padova’da bulunan Scrovegni Şapeli 718 yaşında, Ayasofya ile arasında handiyse 1000 yıl kadar var. O da Unesco dünya mirası listesinde olan bir eser. Eserin içine girebilmek kolay değil. Zarar verilebilir endişesiyle beden ısısının regüle edilmesinden, nefesten oluşacak neme karşı önlem alınmasına, flaş kullanımına kadar tüm riskler eleniyor. Ücret mukabilinde belirli bir süre gezebileceğin şapele girmeden önce özel bir odada vücut ısısı aklimatize ediliyor. Vücut ısısı yapının iç ısısıyla aynı hale geldiğinde içeri alınabiliyorsunuz. Görevli eşliğinde yapacağınız gezide geçireceğiniz süre de kısıtlı, aynı anda içeriye alınacak kişi sayısı da. Flaş patlatmanın ismi bile anılamaz, telefonlar da fotoğraf makineleri de bu anlamda kontrol ediliyor, yüksek sesle zaten konuşulamaz.
Hristiyan bir ülkede bir Hristiyan mabedinin ibadete açılmayıp bu şekilde korunmasında düşünen bir kavim için ibretler var. Bu korumanın amacı eserin sadece kendi varlığına, kendi yaşadığı çağa ait olmadığının verdiği bilinçtir. Gelecek nesillerin de eseri ilk yapıldığı hali, o ruhaniliği ile eseri görmeleri gerektiği bilincidir. Eserin her haliyle ömrünü uzatma bilincidir.
Bizim tarafta neler oldu? İbadete açılmasının hemen ardından dokunmaya kıyamadığın kapısının kemirilmesi ile işe başladık. Her yerinin ayakkabı ile dolması, kornişle perdeler çekmeler, içerisinde yatanlar, uyuyanlar, ismini duvara kazıyanlar. Gerçekten inanılmaz; bunlar derin bir akıl tutulmasının izleri.
Depremle kaç kere yıkılmış ve yeniden tadilat görmüş büyük Ayasofya’nın, depremin eli kulağında beklendiği bu şehirde nasıl korunacağına dair çalıştayların olması gerekirken biz nelerle muhatap oluyoruz görelim. Kendisine reva görülen kötü kokular, özensizlik ve harabiyet… Açılmasını eli kulağında bekleyenler dahi vaziyetten rahatsız. Son günlerde de bu rahatsızlık bir hayli dile geliyor. Çünkü kötü kokudan herkes rahatsız olur.
Hasılı ibadete açılmasına karşı çıkanların alayına ‘din düşmanı, islam düşmanı’ yaftasını yapıştıran gelenek kodları bilmelidir ki bu hoyratça kullanılan, tüm hassasiyetten uzak kullanımını fetheden kişi görse kahrından ölürdü. Konuyu dindarlık bağlamında okuyan insan kendisinden sonraki nesle bir eseri salimen teslim eder.
İbadet her an, her yerde en eksiksiz haliyle yapılabilir. Fakat Ayasofya 570 sene önceki halinde değil ve bizler o zamanda yaşamıyoruz. Bu eser yarınları, sonraki ümmetleri görmeli, siz de iyi biliyorsunuz bu haliyle, bu muameleyle imkânsız. Bir Müslüman olarak bu bencillikten duyduğum rahatsızlığı bu yazıda dile getirdim.”