Abdullah Ezik
Mert Çakırcalı’nın ilk kitabı ‘Ben Bir Bilinç Parçasıyım’, geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Gerek kurgulanışı gerekse geliştirdiği kendisine özel dil ile öne çıkan eser, aynı zamanda Çakırcalı’nın bir yazar olarak bilincine dair de birçok şey söylüyor.
Mert Çakırcalı ile geçtiğimiz günlerde Raskol’un Baltası tarafından yayımlanan ‘Ben Bir Bilinç Parçasıyım’ı konuştuk.
Raskol’un Baltası tarafından yayımlanan ‘Ben Bir Bilinç Parçasıyım’, ismi gibi içeriği bakımından da ilgi çeken bir eser. Gerek metnin kurgulanışı gerekse içeriğinde anlatılanlar kitaba farklı noktalardan yaklaşmayı mümkün kılıyor. Bu noktada öncelikle kitabın başlığında da vurgulanan “bilinç” meselesine değinerek başlamak istiyorum. Bu kitapta kastedilen/işlenen nasıl bir bilinçtir ve buradaki bilinçten okur ne anlamalı?
Bu bilinç, içle dışı bağlayan bir uzuv sanıyorum. Bireysel, toplumsal, evrensel olanları. Herhangi bir insanın bilinci neyse buradaki bilinç de o aslında. Kendi iyiliği, başkalarının iyiliği ve genel iyilik durumunu gözetme görevinde olan bir bilinç, bunların hepsini aynı anda yapmaya çalışan. Şartlardan ayrılamaz bir bilinç. Dış etkenlere karşı savunmasızlığıyla gittikçe içine doğru açılmak zorunda kalan bir bilinç; gücü orada bulan, dışa kapanıp içe açılan. Daha doğrusu dışa kapanmaya çalışıp kapanamayan, sonra bundan vazgeçen. Endişeli, tetikte, her an her şeyi bekleyen bir bilinç. Hemen herkesin bilinci gibi işte. Sıkışmış, sıkılmış ve çözülmeyi bekliyor.
‘ANLATI İLE DENEME ARASI’
‘Ben Bir Bilinç Parçasıyım’, deneme türünde bir eser. Bu noktada kitabı bir tür üzerinden tanımlama meselesi üzerine de konuşulması gerek. Esere anlatı, deneme, belki bir noktada günce etrafında yaklaşmak da mümkün. Sizin için ‘Ben Bir Bilinç Parçasıyım’ı “deneme” yapan nedir? Tür meselesine siz nasıl yaklaşıyorsunuz?
Kitabın türünden bahsetmek benim için de zor. Aslında yalnızca düşüncelerimi yazarak başlamıştım, sonrasında işin içine bir düzen girdi, bir tür “bunları basılası kılsam iyi olur” ciddiyeti. Araya anlatı kırıntıları da serpişti bir şekilde. Yapmak istediğim, kısacık denemeler yazmaktı ama bunlara deneme de demiyordum. “Şu türde yazacağım” gibi bir kaygıyla da hareket etmedim. Bana kitabın türünü sorduklarında, anlatı ile deneme arası diyorum. Burada da, aynı cevabı vereyim.
Bugüne kadar kaleme aldığınız şiirler çeşitli matbu/dijital yayınlarda yer aldı. Ardından ‘Ben Bir Bilinç Parçasıyım’, bir ilk kitap olarak okurla buluştu. Şiirden denemeye/düz yazıya geçiş nasıl oldu veya burada bir geçiş(kenlik) mi söz konusu?
Aslında şiirden önce deneme ve anlatıya yakın şeyler yazdım. Bu kitabın çoğu kısmını da yayınlanan şiirlerimden önce yazmıştım. Şiir ile aram sonra sonra kapandı, şimdi ise yine açıldı. Sorularınıza yönelik aklıma gelen cevaplarda “tür” ile ilgili büyük bir kafa karışıklığı var. Belki de yaza yaza bunu aşacağım. Demek istediğim, kafamdakini kağıda dökerken bir “tür” ortaya koyma beklentisi içinde olmuyorum. Duruma göre tür kendini belirliyor, veya okuyan kişi “bu şiir, bu deneme, bu ise anlatı” diyor. Benim için şimdilik hepsi iç içe ve birbirinden ayrılamıyorlar.
İlk kitabınızın bir deneme kitabı olması da özel bir konu. Şiir, öykü, roman değil de bir deneme kitabı. Pek rastlanan bir durum da değil açıkçası. Bu karar, bir deneme kitabıyla yazın serüvenini başlatma meselesi üzerine ne söylersiniz?
Sanırım bunun sebeplerinden biri felsefe okumalarım. Kitabı yazıyor olduğum süreçte daha çok felsefe ve deneme okudum. Bilincim de o doğrultuda şekillendi. Ve açıkçası, bir roman yazmak fikri bana çok uzak geliyor, en azından şimdilik. Öyle bir mühendisliği yapma gayretine girmek istemiyorum henüz, ve böyle bir ihtiyaç da hissetmiyorum. Bir şey kurma isteğim yok, bir şeyleri açıklamaya çalışma isteğim var, kendime bir şeyleri özümsetme isteğim.
‘ŞİİRLERİN TEK BAŞINA VARLIK GÖSTERMESİNİ İSTEDİM’
Şiir ile deneme arasında veya şiirlerinizle ‘Ben Bir Bilinç Parçasıyım’ arasında belirli bir paralellikten, iç içelikten söz edilebilir mi?
Yayınlanan ve yayınlanmayan şiirlerimi kolaylıkla kitabın içine, bir yerlere oturtabilirdim. Oturdukları yerlerde sırıtmazlardı. Ama bunun yerine şiirlerin tek başlarına bir varlık göstermesini istedim.
Kurgu ile kurgu dışı, gerçek ile hayal, metin ile sözel olan arasındaki ilişki/bağ kitap boyunca okura kendisini hatırlatan temel meseleler arasında yer alıyor. Bu düşünceye paralel bir şekilde kitap, “Kurgudan bezdim. Öz; damıtılmış, incelikle kaleme alınmış kesitlerdir arzuladığım. Böyle çok az metin okudum. O hazzı çok az metinden kopardım,” şeklinde başlıyor. Bu noktada kurgu ile kurgu dışılık, gerçek ile hayal ‘Ben Bir Bilinç Parçasıyım’da nasıl birleşti? Bu meseleye bir düalite düşüncesi üzerinden yaklaşabilir miyiz?
Bunlar bana düalite gibi gelmiyor. En başından beri gerçek olanı gerçek bir şekilde yazmaya çalıştım. Bu çabada ilerledikçe aralara gerçek olmayan şeyler de kaçtı ama umursamadım, onları da gerçek kabul ettim. Kitaptaki “hayal” kısımları da, yazarken benim için gerçekti. Kitaptan uzaklaştıkça, ona dokunmamaya başlayınca fark ettim o küçük sapmaları, düalite dediğiniz çarpışmaları. Şimdi baktığımda diyebilirim ki, yazmaya başladığımda kendi kendime girdiğim iddia (verdiğiniz alıntı) biraz boşunaymış. Şiirin etkisi özellikle “hayal” kısımlarında, veya kurguya kaçar gibi olan kısımlarda kendini oldukça gösteriyor gibi hissediyorum. O kısımları da kitaptan çıkarıp, birer şiir olarak gösterebilirmişim aslında.
Ahmet Güntan, gerek şiirleri gerekse metinleriyle günümüzün kendisine özgü isimlerinden, yazar ve şairlerinden. Siz de kitabın girişinde kendisinden, kendisinin sizin üzerinizdeki etkisinden söz ediyorsunuz. Bu noktada Güntan’ı sizin için bu kadar özel kılan nedir? (Belki buna bir kuşak meselesi üzerinden yaklaşmak da mümkündür.)
Birçok yazarın, şairin kendinden yaşça büyük yazar ve şair dostları olmuş. Bu dostluklar sanıyorum edebiyatın içinde bir kuşaktan kuşağa aktarım görevi de görüyor. Bundan öte, benim asıl ilgilendiğim kısım, bu insanlar arasında gerçek bir paylaşım, bir iletişim yaşanıyor/yaşanmış. Ama Ahmet Güntan’ın benim için önemi biraz daha farklı. Özellikle ‘Esrârîler’ eserinde bana fazlasıyla hitap eden el altından bir sesleniş var. Bu sesleniş iddiasızlığı, sessizliği, geri çekilmişliği, biraz mizahı, yoğunlaşmayı, yavaş olmayı, gerçekliğe dönmeyi sezdiriyor. Buna ihtiyacım varmış. Ve ‘Esrârîler’in edebi olarak ya da yaşamın içinde durduğu nokta hakkında çok şey söyleyebilirim, bu noktanın beni neden bu kadar cezbettiğini de ama bu da üstü örtülü kalsın.
Kitap boyunca devam eden “ben dili” bir yandan okura anlattıkları, bir yandan okur ile mesafelenmesi, bir yandan da okur ile kurduğu bağ ile farklı bir yerde duruyor. Kitabı ben dili ile biçimlendirirken nasıl bir anlayış ile hareket ettiniz? ‘Ben Bir Bilinç Parçasıyım’ boyunca tercih ettiğiniz/kurguladığınız dili nasıl biçimlendirdiniz?
Böyle kitaplarda (anlatı, deneme, günce, vs.) her şeyin dil ile kurulduğunu gördüm, dolayısıyla biçimlendirme dediğiniz dilin nasıl bir seviyeye geldiğiyle ilgili. Bunu öğrenince çoğu şey basitleşiyor sanırım. Dile önem veriyorsam dilimi nasıl uzatacağımı da bilmeliyim. Ben dilimi doğru yere, doğru ölçüde, doğru şekilde uzatmak istiyorum. Buradan hareketle elemeler ve basitleştirmeler kaçınılmaz oluyor. Yaza yaza bir şey bulmaya yaklaşıyormuşum gibi hissediyorum. Bu yaklaşma hâli de işte dilin uzamasıyla ilgili. Biçim benim için bu.
Son bir soru olarak, bu bilinçsel yazın ürününün ardından nasıl bir yazınsal gelecek bizi bekliyor? Henüz 20 yaşında ilk kitabı yayımlanan bir yazar olarak, ileriye dönük ne gibi hedeflerden/arzulardan söz edilebilir?
Hedef/arzu değil de, ihtiyaç diyebilirim. Çağımla ve öngördüğümü düşündüğüm muhtemel çağlarla çarpışmalar, bu sırada tökezlemeler, kalakalmalar, şaşkınlık… Bunları bekliyorum. Gerisini bilmiyorum.